Ah Şu Şairler

Aman aman kitap okumazdım seni tanımadan. Seni aradım yazılan her mısrada
Eğer bulur da okursam seversin diye.
Hepsi yağmur sonrası güzel kokan toprağı yazmış.
Hiç biri saçlarından bahsetmemiş
Seni sardıkça bedenimde yoğunlaşan kokundan
Bana baktığın her anın büyüsünden de konuşmamışlar hiç, ah şu şairler…
Uyurken okşadığım yanaklarından
Beni sardığında gönlümün ısındığından
Gülüşlerimi sana harcadığımdan bi’ haberler
Senin gibi

Ama şimdi rast geldim ey sevgili…
Yağmur sonrası topraktan güzel kokan
Yüreğimi kor misali yakan
Gülüşlerinde güneşimi saklayan ey sevgili
Seni sevmekte benim işim seni yazmakta…
Bir sana şairim.

SAYFALARIN ARASINDAKİ DÜNYA

“Bakıyorum da dünden bu güne değişen bir şey yok. On yıldır olduğu gibi.” dediğini duydu annesinin. Kafasını kaldırıp sadece birkaç saniye ışıl ışıl parlayan güneşin sıcaklığını alıp götürmeye çalışan rüzgarda annesinin koyu kızıl saçlarının savruluşunu izledi. Bal rengi gözlerini tekrar defterine dikti. Defteriyle ilgilenmeden duramazdı zaten. Nefes almak gibiydi sanki onun için kalemini defterinin sayfalarıyla buluşturmak. Yaşıtları sokakta, parkta hatta bilgisayarda zaman öldürürken o herkesten saklanarak o defterle ilgilenirdi. Annesi ve babası onunla iletişime geçmeyi çok deniyordu. Onlarla konuşsa da zaman ayırmıyordu. Annesi ve babası yıllarca Atlas’ın onlara heyecanlı heyecanlı okulda olanları anlatmasını, utanarak sınıfta ki bir kız arkadaşıyla tatlı oyuncak kavgasını anlatmasını beklediler. Beklediler beklemesine ama hiç olmamıştı. Atlas ne annesiyle ödevlerini ne de babasıyla arkadaşlarına nasıl gol attığını anlatmıştı. Buna rağmen notları hep yüksek olurdu. Belki de bu yüzden çok ilgilenmediler Atlas’la. Onlar ilgilenmedikçe Atlas kendi dünyasını kurdu defterine. Herkesten uzak, bir başına o defterde yaşadı o zamana kadar. Annesinin sürekli artan ısrarlarını işitmeye başlamıştı sadece son zamanlarda. Annesine değer veriyordu ama onun dünyası da o kadar güzeldi ki. Ne onunla alay eden sınıf arkadaşları vardı orda ne de okulun büyük sınıflarında ki zorbalar. Hatta sürekli “Doktor olacak benim torunum.”diyen dedesi de yoktu. Her şey kendi kaleminin ucundaydı ne yazarsa o vardı. Mısralarda oyun oynadığı arkadaşları, uçan balonlarıyla gittiği Mısır’da. Dizelerde söylediği şiirler, Aşık Veysel’in sazıyla. Daha neler neler. Bilmezdi ki annesi kraliçe olduğunu masalında. Söylese çok sevinir miydi? Atlas anne ve babasına içinden geçenleri anlatmaya çekiniyor. Anne ve babası da her şeyin güzel olduğunu düşünerek geçiyordu zamanları.
Annesi bir gece Atlas’ı yatırmaya odasına geldi. Uzun zamandır kendisi yatan Atlas şaşırıp defteri hızlıca diğer tarafına koydu. Annesi biraz üzgündü ama Atlas’ın yanağını okşadı biraz.”Neden mutluluğunu bizle paylaşmıyorsun ki güzel yüzlüm? Belki mutlu değilsin o zaman gel benimle üzül babanla üzül sonra üçümüz mutlu oluruz.” derken gözünden yanağına süzülen damla damla yaşları eliyle sildi Atlas. Annesi ilk defa oğlunu kendine yakın hissediyordu. Atlas da artık tek yaşamak istemiyordu o dünya da. Evet, istediği her şey vardı dünyasında. Ama sevgiyi yazsa da hissedebilir miydi? Denedi ve hissedemedi. Usulca battaniyesinin içine kayarken defterini annesine uzattı. Sonra kafasını da kapattı. Annesi defteri alarak odadan çıktı. Anne ve babası sabaha kadar Atlas’ın dünyasına girdi. Aslında her şeyi mükemmel zannederken oğulları için büyük olan dertleri vardı o defterde. Hem üzülmüşlerdi hem de şaşkınlardı. Okurken oğullarının basit bir defteri değil de bir yazarın satırlarında geziniyordu gözleri. O gecenin sabahı ailesi değişmeye başlamıştı Atlas’la beraber. Karşılıklı yapılan hataları kaldırdılar. Onlar Atlas’la ilgilendi Atlas da dünyasına sevgiyi almış oldu.
Yıllar onlar için mükemmel akıp gitti. Atlas’ın kendi oğlu babasının yazdığı kitabı okuyarak büyüdü. Bir nevi sevgiyle…

ELİS’İN PERİSİ


Masal masal maniki
Elimde var on iki
Yere düştü birisi
Kaldıramam dev sanki
Masal masal martladı
Ay Dede elimde patladı
Geriye bir masalım kaldı;
Buralara uzak, gökyüzünün masmavi, güneşin daha mutlu olduğu diyarlardan birisinde her çocuğun kendine dost bir tane perisi olurmuş. Her insanın nasıl farklı özelliği varsa bu perilerin de kendilerine özgü sihirleri varmış. Ve ne yazık ki ait oldukları çocuklar 18 yaşına geldiğinde onlardan ayrılmak zorunda kalırlarmış.
Kışın tam da ortası, odun çıtırtıları sobadan odaya yayılırken evdeki telaş da onunla beraber yayılıyordu. Elis’in ilk doğum günüydü. Annesi ona pasta yaparken, babası da evin içini süslüyordu. Hiçbir şeyden habersiz uyuyan Elis, perisiyle kavuşacaktı bu akşam. Akşama kadar koşuşturma olan ev, şimdi üçü için sessiz, huzurlu bir bekleyişe verdi yerini. Tam uykunun kollarına kendilerini bıraktıkları an, bir ışıltı koptu odada ve minicik peri Elis’in üzerinde uzanır halde belirdi. Annesi ve babası ikisini de yatırdı. Sabahleyin minik yavru periyi görünce hem şaşırdı hem de sevindi. Geldiği günden itibaren artık her anları beraber geçiyordu. Minik peri Elis’in her anına şahit olmak istiyordu. Arada sırada Elis’in annesine yardım ediyor hatta Elis’e konuşmayı bile öğretmeye çalışıyordu. Bunun üzerine annesi ve babası daha önce görülmemiş bir şekilde periye ismini Elis’in vermesini istemiş, bu görevi ona bırakmışlardı.
Zaman bir nehir misali akıp giderken Elis konuşmayı öğrenmiş, artık perisine yakışır eşsiz bir isim düşünmeye başlamıştı bile. O şimdiye kadar karşılaştığı perilerden o kadar farklıydı ki yüzü güneş gibi pırıl pırıl parlar, kimseye kötü davranmazdı. Böyle bir periye nasıl bir isim yakışırdı?
Gün geçtikçe aralarındaki bağ artıyordu. Elis artık büyümekten bile korkuyordu. Perisiyle uyuyor, gözünü onla açıyordu. Kahvaltı öncesi odalarında peri şarkı söyler, kendini ritme kaptıran Elis de minik ayaklarıyla yaptığı figürleri onun beğenisine sunar gibi sallar, birlikte hiç sıkılmadan gülüp eğlenirlerdi. Elis hasta olunca perisi uyumadan sabaha kadar başında bekler, gece ateşine bakardı.
Günlerden bir gün, evde kimse olmayınca ne yapacaklarını düşünmeye başladılar. Ormanda gitmedikleri bir tarafa gitmeye karar verdiler. Güle oynaya ilerliyorlardı. Her yer yemyeşil; çiçekler de yeşilliğin üzerinde boncuk boncuk duruyordu. Elis çiçeklerden toplayıp koklamaya başlamıştı ki gözüne güzel bir gül ağacı ilişti. Koşup güllerden bir tanesini kopardı. Peri şarkı söylüyor, Elis dans ediyordu ki bir anda ses kesildi. Elis seslendi, hala ses gelmeyince dönüp baktı ama uçmuyordu peri, yerde hareketsiz uzanıyordu. Arkada siyah kıyafetli, elinde uzun bastonu olan bir adam beliriverdi. Elis ağlamaya başlayınca:
– Benim gülümün canını acıttın, ben de perine büyü yaptım.
– Bunu siz mi yaptınız? Nasıl kıyarsınız benim güzel perime? Ne olur onu iyi edin, istediğinizi yaparım.
Adam bastonu yere tıklatınca kayboldu. Güzel peri kendinde değildi. Bir şeyler mırıldanıyordu. Elis’in tek duyduğu “Evde değneğimdeki not…” bunu anladı sadece. Periyi de alıp eve koştu. Minik değneği salladı, bir şeyler olmasını bekledi. Sonra “Elis” diyerek salladı ve bir peri belirdi. Olanları dinledi, Elis’den gözlerini kapatıp periyi sıkı tutmasını istedi. Gözünü açtığında bir sürü şelalelerin aktığı, her yerin güzel çiçeklerle donandığı bir yere gelmişti. İşin garibi insanların kanatları vardı ve Elis küçük peri kadardı, peri ise normal bir insan boyutundaydı. İşler tersine dönmüştü anladığı kadarıyla. Periyi kocaman bir yaprağın üzerine alıp taşımaya başladılar. Üzerinde Elis de vardı. Bir ağaç evin önüne geldiler. Evin olduğu ağaç, oldukça büyük ve eskiydi. Kapıyı tıklattıklarında yaşlı bir peri açtı kapıyı. Elis periler aralarında fısıldaşırken ona “Şifacı” dediklerini duymuştu. Huysuzdu, perisini iyileştirmek istemiyordu galiba. Elis buna susamazdı:
– Onu iyi etmeniz gerekiyor. Ben onsuz yapamam. Yok yok vazgeçtim, siz iyi edin onu, ben onsuz da yaparım.
– Beni şaşırttın evlat, siz insanlar bencil olursunuz. Sen perinle buralara kadar gelip sadece kendisi için iyi olmasını istiyorsun. Onu sana yardım eden bir peri olarak değil de gerçekten arkadaşın olduğu için seviyorsun. Bana insanların da gerçekten sevebileceğini gösterdin, bu yüzden ben de sana bütün içtenliğimle yardım etmek isterim. Bir bakalım perimizin neyi var? Adı ne perinin?
– Henüz ona yakışacak bir isim bulamadım efendim.
– Tamam, biz tedaviye başlayalım.
İçeri aldılar periyi, Elis dışarıda kaldı. Bir ismi bile yoktu perisinin. Bir gül yüzünden başına neler geldi. Oysa perisinin güzelliği yanında o gül de neyin nesiydi. “Rosa olmalı güzel perimin adı! Tüm güllerden daha güzel.” Oracıkta düşünürken de uykuya daldı. Sabah Rosa Elis’i eline almış, Elis gözlerini açtığında çığlık attı. Meğer Orman Büyücüsü Rosa’ya kara büyü yapmış. Panzehiri burada Peri Diyarı’nda varmış ve o yüzden buraya gelmişler. Elis burayı o kadar çok beğenmişti ki hiç eve gitmek istemiyordu ama Rosa evdekilerin merak edeceğini söyleyerek Elis’i geri dönmeye ikna etmişti.
Eve döndüklerinde anne ve babasına başından geçen bütün olayları anlatmışlar ve o eşsiz hayatlarına kaldıkları yerden devam etmişlerdi. Fakat Elis’in habersiz olduğu bir şey vardı. Rosa tedavi olduğu için bundan sonra hep Elis’le yaşayacaktı. Rosa bu haberi Elis’e on sekizinci yaş gününde söyleyerek ona belki de hayatındaki en güzel hediyeyi verecekti.

BÜYÜLÜ EV

Uzak mı uzak ıssız mı ıssız bir diyar dı Floki. Ailesiyle ormanda küçük bir kulübede yaşardı Roniezmi. Yaşlı bir teyzeden bundan bir kac gün önce bir efsane dinlemişti. Altın kaplamalı bir şişeden çıkan cinin gerçekleştirdiği dileklerde doluydu anlattığı. Eve gelir gelmez anlattığı an herkes ona gülmüştü. Oysa o göremeyen babasının tekrar görüp onla normal baba kız gibi oynamasını istiyordu. Yüzünü görsün benim güzel kızım demesini hayal ediyordu. Evdekilere haber vermeden kendine bir bohça hazırladı. İçine evde yiyebileceği bir şeyler koydu. Kalın bir ceket de aldı yanına ve evden çıkıp aramaya koyuldu. Köşe bucak tüm sarmaşıkların içine baktı bulduğu orman meyveleriyle kendine ziyafet çekti. Çiçeklerden taç yaptı kendine. Hem eğleniyordu hem de her taşın altına ağaç kovuğuna bakıyordu. Yorulduğu yerlerde oturuyor yemek yiyordu.Küçük adımlarla ilerlemeye başlamıştı çünkü çok uzun yollardan geldi. Dayanamayıp uzandı yeşilliklerin üzerine. Etrafa göz gezdirirken ağaçların üzerinde bir karaltı gördü. Anlamak için doğruldu ama sarmaşıklar vardı. Etrafta dolaştı bir merdiven buldu. Merdiveni görünce korktu. İçerde kim olabilir diye düşünüyordu.Bir cesaret ilk adımını attı minik elleriyle merdivene tutunup yürümeye başladı. Yüreği güp güp atıyordu, yanakları kızardı çok heyacanlanmıştı. Kapıya gelmişti ve itmeye çalıştı. Bir cızırtı ile açıldı kocaman kapı. İçeriye bir göz attı, içeride tozlu kitaplar, divan ve koltuklar vardı. Temizlenmesi gereken bir şömine bile vardı içerde çok hoşuna gitmişti bu ev. Kitaplıktaki kitaplar dikkatini çekti. kitapların tozunu sildi ve üzerlerinde anlam veremediği şeyler yazıyordu. Roniezmi’nin bedeni o kadar yorgun düşmüştü ki divana uzanıp öylece uyuya kaldı. Babasını görüyordu düşünde gözleri iyileşmiş kızını elinden tutup kırlarda oynuyorlardı derken birden babası rüyasında kaybolur ve uykudan korkuyla uyanır. O korkuyla yerinden kalkarken kolu hemen yan tarafında bulunan rafa çarpar. Yere raftan küçük altın renkli bir şişe düşüp kırılmıştı. O altın renkli küçücük şişeden bembeyaz göz kamaştıran ışık çıkmıştı. Işık hafifletin ve bir cin çıktı. Roniezmi’nin dili tutulmuştu adete boğazı düğümlenmişti konuşamıyordu. Cin Roniezmi’nin korktuğunu anlayınca yaklaşıp korkmaması gerektiğini söyledi eliyle yüzünü okşadı. Roniezmi titreyek gözlerini cinin gözlerine dikmişti ağlamaklı bir sesle “Sen dilek mi yapıyorsun? Sen o cinsin değil mi?” dedi. Cin”Evet ufaklık. Senin dileğin mi var?” Bu Roniezmi’ye yeterde artardı bile Roniezmi teklifi kabul etti. “Babamın beni görmesini istiyorum. Artık gökyüzünün güzel mavisini, geceleri yıldızları görsün. Bana güzel kızım diye seslendi istiyorum” dedi. Cin bu isteğini gerçekleştireceğini söyledi ve ortadan kayboldu. Roniezmi öyle heyecanlıydı ki koşarak eve babasını görmeye gidiyordu. Eve yaklaştığında ise içerden mutluluk çığlıkları geliyordu. Roniezmi kapıyı açtı ve babası karşısında gözlerinin içine bakıyordu. Koşarak babasına sarıldı için için ağlıyordu babası artık görüyordu. Tüm olanları anlattı babası Roniezmi’ye. Cinin birden belirdiğini ve ona bir not bıraktığını söyledi. Kağıdı açınca gözlerine inanamadı. Cin lanetlenmiş ve o şişeyi kırarak onu kurtarmıştı. Ağaç evi de Roniezmi ve ailesine bıraktığı yazıyordu. Dünyalar babasının gördüğünü öğrenince onun olmuştu. Şimdi üstüne bu güzel hediye. Hayatlarını güzelleştiren cine hayatı boyunca minnettar oldu.

SATIN ALINAMAYAN SEVGİ

Çantamın ağırlığını hatırlıyorum. Sitem ediyordum yolda. Neden bu kadar büyük kitaplarım olduğu konusunda. Buna hala verebileceğim bir cevabım yok. Kocaman çantam ve ben yola devam ediyorduk resmen onunla kavga ediyordum. Kendi kendime çantamla tartışırken bir ses duyar gibi oldum. Durdum hemen yerimde ve ortama kulak kesildim. Evet evet doğru duymuştum. Böyle köpek sesi gibiydi ama incecikti. Çantamı çıkardım sesin geldiği yöne doğru bakınmaya başladım. Sonunda buldum, boncuk gibi gözleriyle bana bakıyordu. Öyle masumdu ki o anı dün gibi hatırlıyorum. Tir tir titriyordu hem üşümüş hem de çekingendi. Bir adım attım ama o geri çekti kendini. “ Çok yoruldum çantam kocaman yardım eder misin?” dediğimi hatırlıyorum onu kendime arkadaş seçtiğimi göstermek istercesine. Sonra ona bakarak yürümeye başladım eve yaklaştıkça minik patileriyle bana daha da sokuldu. Ne o korkuyordu ne de ben çantamla kavga ediyordum. İkimizde birbirimizden çekiniyorduk ama yinede çok mutluyduk. Eve kadar beraber geldik o gün. Annem bizi kapıda görünce hem şaşırdı hem sinirlendi babam işten gelene kadar dışarıda Liza’yla oynadım. Minik arkadaşımın ismiydi Liza. Babam geldiğinde annemi ikna edeceğini biliyordum. “Evimiz biraz sakin, isim bile koymuş. Bence bizle kalsın Liza’cık.” demişti nasıl mutluydum. Garajda kaldı o gece. Ertesi gün erkenden uyandım annemle Liza’yı yıkadık. Sarımsı bir rengi vardı şimdi pamuk gibiydi. Artık annem eve de alıyordu Liza’yı. Liza her gün benle okula gidiyor, beni bekliyor ben ve o ilk gün olduğu gibi beraber eve dönüyorduk. Öyle güzel dost oldu ki bana yıllarım onunla geçti. Her an birlikteydik, git gide bağlandık. Beraber yürüyor beraber yemek yiyor kucak kucağa uyuyorduk. Artık sokakta aç değildi, üşümüyordu. Hatta asla unutmam okulda bir proje vardı ve öğretmenim benim Liza ile olan dostluğumu bildiği için benim yapmamı istemişti. Konuşmanın sonunda Liza sahne de bana sarıldı ve ben “ Satın almak yerine Liza ve dostları sahiplenilmeyi bekliyor.” diyordum. Okulda birçok çocuğunda artık çok güzel dostu vardı. Benim Liza’m da bensiz yapamazdı bende onsuz…

DÜNYA ‘NIN RENGİ

Bulutların aklını başından alan güzelliğini seyrediyordu. Koyu mavi gökyüzünde ruh hali gibi siyahımsı bulutlar.Hoşuna gidiyordu. Gökyüzünü kendine benzetirdi hep. Mutlu olunca cıvıl cıvıl, ağlarken yağmurlu, sinirliyken şimşeklerle korkutur insanları ve halsizken bugün ki gibi…Durulmuştu, öfkesi dinmişti. Nerede hata yaptığını düşünüyordu. Belki de annesi haklıydı ama anlamıyordu. Bu kadar özel derse, kurslara ve ödevlere zaten onlar için katlanıyordu. Onlar başarısı ile mutlu olsun diye. Peki ya onlar onlar bunu yapıyor muydu ? İçinden ” Ben onlar için istemediğim her şeyi yapıyorum sadece o odada resim yaparken mutlu olduğumu nasıl görmezden gelirler.” diye geçiriyordu.Eve sakin dönmek istiyordu o yüzden kulaklığını takarak en sevdiği şarkıları açtı ve bir saat öncesini silerek eve doğru yola koyuldu.Eve geldiği zaman ortama hakim olan sessizlik kavganın sonucuydu. Genelde anne ve babası ya iş konuşurlar ya da Asra’ nın okulunu. Nadir zamanlarda da şen şakrak olurlardı. Asra o zamanlarda aile olduklarını hissederdi. Kalbi , o anlarda kanatlanır evde şarkılar söyleyerek uçan bir kuş olurdu ama bugün çıt çıkmıyordu. Odasına gitti onu bekleyen bir çok ödevi, yapması gereken tekrarları vardı.Beyaz dümdüz odasının tek kişi için büyük olan masasına geçti. Karşısında asılı olan kocaman programı yapmaya koyuldu. Yemeğini yer yemez odasına dönüyordu artık. Yemek esnasında da ne annesiyle ne babasıyla konuşuyordu. Bir yıldız gibi parlardı. Herkesi mutlu ederdi. Bir anda sönüverdi. Boyalarıydı kalbini şenlendiren sanki. Zamanı nasıl geçsin şimdi. Annesinin toplantıları, babasının bitmeyen dosyaları…Anlamıyordu onlar çocukken hep tam not almışlar ama hala mutsuzlar. Asra kendi kendine” Benimde mi böyle olmamı istiyorlar?” dedi. Sonunda sınav günü geldi bugünü atlatırsa hayatını geri isteyecekti. Bu kez hayatı için savaşmaya gitti okula. Arsa’ nın ne zamandır gülmeyen yüzü şimdi gülüyordu. Bu savaştan galip çıkacağını bilir şekilde ilerliyordu. Öğretmenleri haftaya ebeveynlerini çağırdı okula . Asra evde bekleyeckti ama içi içine sığmıyordu. Güneş de dışarda öyle güzeldi ki bu mutluluğa yaraşırdı.Annesi ve babası eve döndüğünde yüzleri gülüyordu.Tebrik ettiler ama Asra konuşmaya başladı: – Annem , babacığım siz doğru yaptığınızı düşündüğünüz hatalar yapıyorsunuz. Ben matematikte , Türkçede ve diğer hepsinde iyi not aldıysam boyalarım ve tuvallerim için. Lütfen geri verin ben kendi dünyamı tuvallerde yaratıyorum. Bende bunda iyiyim. Derslerime çalışma sebebimde onlara kavuşmak. Annesi ve babasının daha söylecek bir şeyi kalmamıştı ve kızlarına dünyasını geri verdiler.

WordPress.com ile böyle bir site tasarlayın
Başlayın